O ŞİMDİ BİR MELEK
Yazan: Nurhan Arslan
Hikaye:
Yavaş ve emin adımlarla yürüyordu sahilde. Dalga sesleri ve martılar şarkı söylüyormuş gibi bir ahenkle ses çıkarıyorlardı. Elinde biraz önce fırından aldığı gevreği bir bankın yanına yaklaştı. Usulca bankın üzerine oturdu. Sonra, derin, derin içine çekti bu güzel şehrin buram, buram deniz kokan yosun kokan aşk kokan havasını. “Büyüleyici” diye geçirdi içinden. Burası, bu şehir doğduğum, büyüdüğüm, genç kızlığımı, kadınlığımı, analığımı, tattığım bu semt nasılda güzel, nasılda kendine aşık eden tutku ve tılsımı olan bir yerdi..
Denizin dalgasına, karşıda geçen vapura, çığlıklar atan martıya baktı, baktı… Bütün güzelliği ile körfezi seyretti. Gelip geçen, yürüyüş yapan, koşan insanları süzdü biraz. Gevreğinden ısırdı bir parça. Mükemmeldi. Her şey değişmişti eskiye dair pek az şey aynı kalmıştı ama yediği bu gevrekten aldığı haz hep aynıydı.
Denize baktı, gözleri daldı. Öylece kaldı, sanki bir zaman tüneline girmişti. İzmir’in en eski ve köklü tarihi dokusu, mistik yapısı ve güzelliği ile kendine hayran bırakan, ayakta kalmayı başaran denize nazır bir yalıda doğmuştu. Çocukluğu, genç kızlığı bu yalıda geçmiş, komşu yalılarda ki arkadaşlarıyla oyunlar oynamış, kayıklara binip gezintilere çıkmışlardı. Pazar günleri Gayri Müslim olan arkadaşlarının kiliseye giderken ki halleri geldi aklına, sonra hala o kilisenin orada olduğunu zaman, zaman sırf arkadaşlarını anımsamak için gidip sokağından geçtiğini hatırladı gülerek.
Derin bir iç çekti. Yaşı bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen platin renkli saçları bembeyaz kar gibi teni ve yemyeşil gözleriyle çok güzel bir kadındı. Bu güzelliği nedeniyle hayatı boyunca hep ilgi odağı olmuştu. Hali vakti yerinde olan ailesi onu en iyi okullarda okutmuştu. Annesinin geçirdiği bir hastalık nedeniyle hiç kardeşi olamamıştı. Bu kadar bolluk ve rahatlık içinde o hep buruk ve hüzünlü kalmıştı. Fransız okuluna gittiği için çok iyi derecede Fransızca biliyor ve Edith Piaf dinlemekten büyük zevk alıyordu. Evinde hala onun plaklarını dinlerdi. Kulağında şarkının nameleri uçuştu… Gözleri dolmuştu. Oradan geçen bir küçüğün dikkatini çekti. Küçük hızla yanına gelip gözünden akan damlayı sildi. “Ah! Ne tatlı şeysin” dedi çocuğa. Müşfikçe kafasını okşayıp selam verdi annesine ve çocuğun annesiyle uzaklaşmasını izledi.
Çok rahat ve şaşalı bir hayat geçirmişti. Güzelliğiyle, kültürüyle, asaletiyle, hep ilgi ve saygı duyulan bir insan olmuştu. Babası genç yaşta ölünce anne kız yalnız kalmışlar bu yüzden de yalı onlara pek büyük ve boş gelmeye başlamıştı. Neyse ki bu arada nezih bir davette kocasıyla tanışmışlar kısa bir tanışma evresinden sonra güzel bir törenle dünya evine girmişlerdi. Kocası da, ailesi de çok iyi eğitimli kültürlü güngörmüş insanlardı. Kocasını annesiyle birlikte yaşadıkları yalıda beraber yaşamaya ikna etmesi pek de zor olmamıştı. Bunları düşünürken gözleri doldu. Eşini her anmasında gözlerinden akan yaşlara engel olamazdı. Melek gibi bir insandı o. Annesi rahmetli olduğunda bir tek o kalmıştı. Eli, kolu, dalı her şeyiydi. Şimdi gözyaşları sicim gibi akıyordu. “Sevgilim, beni nasılda bırakıp gittin” diye mırıldandı. Üzüntüsü kalbinin atışlarını hızlandırdı. Elleri titreyerek sildi gözyaşlarını.
Sevgili eşiyle güzel, sakin, huzurlu bir evlilik geçirmişlerdi. Uyumlu, ahlaklı, çalışkan bir adamdı daha da önemlisi iki oğlunun babası onunsa bir tanecik aşkı, hayat arkadaşıydı. İki yaş arayla iki oğlu olmuştu, onlarda babaları gibi akıllı, disiplinli ve çalışkan çocuklardı. Babaları hayattayken büyük oğlu Oxford`a küçük oğlu da Cambridge’ye başarıyla kabul edilmişlerdi. Onlardan ayrılmak zor gelmişti karı kocaya ama çocuklarının istikbalini engellemek istememişlerdi. Şimdi gözlerini denizin köpüklü dalgalarına dikmiş çocuklarının başarısının verdiği gururun pırıltısıyla gülümsüyordu. Çok şükür çocukları mutlu ve hayatlarından memnun yaşıyorlardı. Her ikisi de hayatlarını okudukları üniversitelerin bulundukları ülkelerde kurmuşlardı. Onları ancak gelebildikleri zaman tatilde görebiliyordu. “Keşke, keşke eşim yaşasaydı.” diye geçirdi içinden. “Allah benden daha çok seviyormuş” dedi ümitsizce. Nasılda bir ay içinde kaybetmişti onu. Kötü bir hastalık yapışıp sevgili eşine, alıp götürmüştü. “ Hayatımdaki sevdiğim insanları hep kaybediyorum” diye iç geçirdi. “ Önce, babamı, sonra annemi ve en sonda sevgili eşimi kaybettim” dedi hüzünle. Çantasındaki cüzdanının içinden eşinin resmini çıkarıp öptü kokladı ve yerine koydu. Yanındaki bankta oturan iki sevgiliye gözü ilişti. Ne kadar mutlu ne kadar hayat doluydular. Onların mutluluğu onu da mutlu etti. Hayat ona bütün hayatını geçirdiği bu yeri bahşederek çok cömert davranmıştı. Seviyordu yaşadığı, yalısını, semti, çevreyi hatta tanımadığı bu insanları bile. Kendine benzetiyordu yaşadığı bu çevreyi biraz. Asil, güzel ve gizemli buluyordu. yaşanılası bir yerdi yaşamasını bilene. Yıllar geçtikçe büyüyüp gelişmiş çehresi değişmişti bu güzide semtin. Yaşadığı yalısı bu gelişime ayak uyduramadığından yılların izlerini bir hayli, taşıyor, yinede koca bir çınar gibi yalnız ama ayakta kalmayı başarıyordu. Çocukluk yıllarındaki hali kalmamıştı. Tahtaları eskimiş görüntüsü yıpranmıştı. Eskiden çevresinde onun gibi yalılar varken şimdi hep apartmanlarla çevriliydi etrafı. O yinede mağrur ve ayakta onunla birlikte kalmıştı. Bütün odaları, kapıları, pencereleri, merdivenleri onun aşkını, mutluluklarını hüzünlerini saklıyordu. Tek başına kaldığından beri çok büyük geliyordu yalı ona. O yinede inatla ayrılmak istemedi. Zaten başka bir yerde yaşama fikri onun için düşünülemezdi bile. Ne bu semtten ne de bu yalıdan ayrılamazdı, ancak ölüm ayırabilirdi onu. Çocukları çok uğraştılar beraber yaşamak istediler taşınması, başka bir yerde yaşaması için ama o hep kibarca reddetti. Çünkü burası, bu yer, bu yalı onun yaşam kaynağıydı.
Yıllar geçtikçe değişmişti her şey artık çevre daha modern bir görünüm almış dev apartmanlar sarmıştı her yeri. Çok önceleri Avrupa’da bindiği Metro şimdi onun kapısının iki adım ötesinden geçiyordu. Zamana ayak uydurarak hızla büyümüş ve gelişmişti yaşadığı bu yer. Buraları sevmek, bu şehri, bu denizi, bu semti, bu sokağı yaşamak demekti onun için. Dostu arkadaşı olmuştu bu sahil, yürüdüğü sokaklar, ağaçlar, çiçekler. Tek başına kaldığı bu kocaman evde tek teselli kaynağı olmuştu sokaktaki bir kedi, uçan bir martı ve hatta denizden gelen esinti, yosun kokusu bile.
Gevreğinden kalan son parçayı biraz da zorlayarak yedi. Derin, derin nefes aldı. Boğazı düğüm, düğüm olmuştu. Yutkundu ama faydası yoktu. Zorla nefes alarak “yavrularım” dedi.
Kalbi özlemle dolmuştu artık gözlerinden akan yaşın durması mümkün değildi. Hasretle yanıp tutuşuyordu ana yüreği. Kalbi hızla ama düzensiz atmaya başladı. Elleri titreyerek çantasından bir kâğıt çıkardı. Kâğıdı sanki kontrol ediyormuş gibi gözden geçirdi. Gözlüğünü takmadığından ve kalp çarpıntısından yazıları net göremiyordu. Bu kâğıt noterden onaylanmış, bütün mal varlığını bu semte faydası olsun diye bu tarih kokan muhteşem yerden insanlar, çocuklar yararlansın, kültürel etkinlikler yapılsın çocukların eğitimine katkıda bulunulsun diye hibe ettiğini gösteren bir beldeydi. Büyük bir özenle kâğıdı katladı son bir gayretle çantasına koydu. Şimdi içi çok rahattı. Görevini yerine getirmiş bir komutan edasıyla gururla doğruldu. Ayağa kalkmak istedi ama ayaklarını hissetmiyordu. Acı bir gülümseme belirdi yüzünde. “Tam sırası, artık hazırım” dedi. Derin, derin çekti içine yosun kokan havayı. Sonra bir rehavet çöktü önce bedenine sonra gözlerine. Tatlı ve ılık bir rüzgâr hissetti yüzünde. Sanki ruhu bedeninden sıyrıldı. Ruhu özgür kalmıştı. Mutluydu. Özgürdü, artık aşkına kavuşacaktı. O artık bu dünyaya veda etmişti. Sonsuza dek.
Üye olarak olumlu veya olumsuz eleştirilerilerinizi yazabilir, fikir paylaşımlarında bulunabilirsiniz.